Son yıllarda artan kadın cinayetleri, toplumda derin yaralar açmaya devam ediyor. Son olarak gündeme gelen bir olay, bu trajik gerçeklerin ne denli acımasız ve çözülmesi gerektiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Preveze ilinde yaşanan korkunç bir cinayet, kadına yönelik şiddetin ve aile içi şiddetin boyutlarını sorgulamamıza neden oldu. Genç bir kadın, eşinin saldırısı sonucu, kızı ile birlikte yaşamına son verildi. Bu olayın arka planında yatan sosyal ve psikolojik faktörler, kadına yönelik şiddetle mücadelede dikkat edilmesi gereken önemli noktaları da içermektedir.
Olaya ilişkin detaylar ortaya çıktıkça, toplumun her kesiminden büyük bir infial yükseldi. Genç kadın, eşinin sürekli şiddet uyguladığını ve bu durumdan büyük bir korku duyduğunu belirtmiş. Daha önce defalarca kez 'Sonum iyi olmayacak' diyerek çevresindeki insanları uyaran kadın, yıllarca süren bir korku ve baskı altında yaşamış. Bu gibi ifadeler, psikolojik olarak hedef alınan kadınların durumu hakkında da birçok şeyi gözler önüne seriyor. Kadına yönelik şiddete karşı toplumda yeterince duyarlılık olmadığı, olayın ardından sosyal medyada yapılan paylaşımlarla da bir kez daha gün yüzüne çıktı.
Ülkemizde kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel bir sorun olmaktan çıkıp toplumsal bir yaraya dönüşmüş durumda. 2020-2023 yılları arasında her üç kadından birinin fiziksel veya cinsel şiddete maruz kaldığı istatistikleri, durumu daha çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Eş şiddeti, genellikle "özel sorun" olarak görülse de, aslında bu toplumsal bir suçtur. Kadınların yaşadığı şiddet olayları, yalnızca bireysel travmalar yaratmıyor, aynı zamanda toplumu derinden etkiliyor. Dikkat çekici olan bir diğer husus ise, kadınların yardım istemelerine rağmen toplum tarafından yeterince desteklenmemeleri. Bu noktada, eğitim ve farkındalık süreçlerinin artırılması gerektiği vurgulanıyor.
Bu trajik olayın ardından, sadece kadına yönelik değil, aile içi şiddetle de etkin bir şekilde mücadele edilmesi gerektiği gerçeği bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu tür hadiseleri önlemek için, devletin, sivil toplum kuruluşlarının ve bireylerin el birliğiyle çalışması gerekiyor. Böylece toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve kadınların yaşam haklarının korunması için kalıcı adımlar atılabilir.
Sonuç olarak, söz konusu hain cinayet, bir kadın cinayetinin daha trajik boyutlarını gözler önüne sererken, toplumun bu konudaki duyarlılığını artırmak için ne kadar çok çalışılması gerektiğini de hatırlatıyor. Unutulmamalıdır ki, her kadının yaşama hakkı vardır ve bunun korunması sadece kadınların değil, tüm toplumun sorumluluğundadır. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması, şiddetin sona ermesi için mücadelede kararlılık göstermeliyiz.